Hayatın anlamı ile ilgili sözler

0

geldim diye düşünmeye başlamıştım 19umdan sonra seninle tanışınca anladım dünyaya geliş sebebimi

BEN SENİNLE SONSUZDAN GELEN İKİ IŞIN OLUP İNCE KENARLI MERCEĞİN ODAK NOKTASINDAN KESİŞEBİLME İHTİMALİNİ SEVDİM

SESİNE MEVSİMLERİN EĞİLDİĞİ, GÖZLERİNE BAHARIN AĞLADIĞI,AĞLAR GİBİ GÜLMENİ,DOKUNUŞLAR GÜLECEK GİBİ DURAN YÜZÜNÜ ÖZLEDİM..

ACI VE HÜZÜN BİR YILDIZ KADAR UZAK, MUTLULUK GÖZBEBEĞİN KADAR YAKIN OLSUN. UMUTLARIN GERÇEK, GERÇEKLERİN MUTLULUK, MUTLULUKLARIN SONSUZ OLSUN..

DÜNDE, BUGÜNDE, YARINDA, YÜREĞİN KADAR YANINDAYIM. KENDİNİ YALNIZ HİSSETTİĞİNDE ELİNİ KALBİNE KOY; BEN HEP ORDAYIM

Sen sahra çöllerinde bir gül olsan seni kurutmamak için göz yaşlarımla sulardım seni

AŞK BİTTİKTEN SONRA ARKADAŞ KALALIM DEDİLER.. GÜLE BAŞKA İSİM VERSEN DEĞİŞİK KOKAR MI

VE TANRI İNSANLARA SEVMEYİ ÖĞRETTİ İNSANLARDA BİRBİRLERİNE ACI ÇEKTİRMEYİ

AY IŞIĞININ AYDINLATTIĞI BİR KUMSALA KÜÇÜK BİR DAL PARÇASIYLA SENİ SEVİYORUM YAZMAK İSTERDİM AMA SEN HIRÇIN BİR DALGA OLUP SİLERSİN DİYE YAZMAKTAN KORKTUM

ALIP KIRSALAR KALEMİMİ KANIMLA YAZARIM SENİ SEVDİĞİMİ

En büyük okyanusta bir su damlası olmak, uçsuz bucaksız sahilde bir kum tanesi olmak ama en önemlisi milyonlarca insanın içinden senin sevgilin olmak…

Her yağmur damlası seni seviyorum demek olsaydı her yeri sel götürürdü…

KÜL OLMUŞ ATEŞ YANAR MI? BUZ TUTMUŞ SU AKAR MI? BU GÖZLER SENİ SEVDİ BAŞKASINA BAKAR MI

Bir yudum mutluluk, Peşinden koşuyorum, ne olacak halim bilmiyorum, Sevmişim seni bir kere, Doyamadan gidiyorum

 

Bugün sizlere “düşünür” biri olan John Naisbitt’in İstanbul Konferansından birşeyler daha aktaracağım…
Düşünür kelimesini tırnak içine aldım. Ben de biraz füturologluk taslıyarak neden böyle yaptığımı açıklayayım önce isterseniz. İnsanoğlu bu kafayla gider bu derecede bilgi bolluğu ve bilgisayar teknolojisine yüklenir, çocuklar daha bebeklikten bilgi bombardımanına tabi tutulmaya devam edilirse, bir zamanlar nasıl insanlar okur yazar diye parmakla gösteriliyor idiyse, 30-40 yıl sonra da “muhakeme kabiliyeti”ne sahip kimseler de herhalde böyle parmakla gösterilecek.
Naisbitti de konuşmasında buna işaret etti. “İnsanlar artık” okuyarak” değil “görerek”, “yaşıyorlar” dedi.
İnsanların düşünme ve algılama becerilerinin geliştirilmesinin önemine değindi ve konferansın ismi olan “geleceğin düşünce biçimleri ve yeni arayışlar” konusuna ışık tutacak iki önemli tesbitte bulundu.
1- Her zaman kendi düşüncelerinizin doğru ve haklı olduğunu zannetmeyin, bu sizi basit fikirli yapar.
2- Herkesin önüne geçmeye çalışmayın fikren çok fazla ileri giderseniz insanlardan kopar, inandırıcılığınızı kaybedersiniz.
Birinci hususu bundan önceki yazılarımızda Viyana Ekolü’nün pozitif bilim savunucularının “Doğrulanabilirlik” kavramının karşıtı olarak ortaya koydukları “Yanlışlanabilirlik” anlayışı olarak aktarmıştık hatırlarsanız. Bunun temelinde, atom ve uzay araştırmalarındaki yeni buluşlardan kaynaklanan “Kuantum Teorisi” yatıyor. Çünkü yıllardır savunulan klasik fizik kurallarının belirli şartlar, belirli sonuçları doğurur anlayışı kuantum fiziğinin konusu olan gerek atom altı parçacıkların gerekse yeni keşfedilen uzayın derinliklerindeki galaxi ve diğer oluşumlarda geçerli olmuyor. Oralarda tam bir “karmaşıklıktan ve belirsizlikten” muhteşem bir “düzen” ortaya çıkıyor.
Böylece fizikte birçok kavram ve teori sorgulanıyor son günlerde.
İkinci konu ise, bizim kültürümüzün temel taşlarından olan “insanlara anlayışları seviyesinde anlat” prensibinin ta kendisidir. Naisbitt de “Viyana ekolü”nün öncülerinden Hayek’e atıfta bulunarak anlattı bazı konuları.

Fiziğin ötesine geçmek…
Yani şunu demek istiyoruz kısaca. İnsanoğlu sadece beyin gücünü kullanarak “varoluş sırrını” anlayamaz ve kavrayamaz. Fiziğin ötesine geçmek yani “metafizik”le uğraşmak zorundadır. İşte burada Naisbitt’in konferansa katılanlara dağıtılan konuşma özetinden bir paragrafı sizlere sunuyorum:
“Teknoloji hızla gelişti, ama sosyal değişim ona ayak uyduramadı. Aralarındaki uyumsuzluk sorun çıkarıyor Teknolojinin hızı dengeyi bozuyor. Bu yüzden insanlar bir şeylerin eksik kaldığını hissediyor. Hayatlarına anlam arıyor. Bir topluluğa ait olmak, ruhsal dünyalarını zenginleştirmek, daha anlamlı ilişkiler kurmak ihtiyacını hissediyor. Bu süreçte teknoloji umutlarımızın, hayal ve beklentilerimizin ayrılmaz bir parçası. Ne var ki, bilim ve teknoloji bize hayatın anlamını söyleyemez. Biz insan olmanın anlamını aile ve toplum, din ve ruhsallık, sanat ve edebiyat anlamında devamlı sorgularız. İşte yeni kitabımın ismindeki ‘High Tech ve High Touch’ yüksek dokunuş (High Touch) dediğim şey bu.”
Görüldüğü gibi “İnsanoğlu” bizlerin berrak ve pırıl pırıl bir kaynaktan kana kana doya doya içtiğimiz “hayatın anlamı”nı arıyor durmadan. Onlar arıyor, bizim ise elimizdeki nimetten pek haberimiz yok…

Çizginin neresinde duruyorsunuz
Sınırların ötesinde bir sözcük, çizgi…

Hem belirleyici, hem de aşılacak hedeflerin işareti. Kişiyi sınırlandırdığı gibi aynı zamanda sınır ötesine çağırıyor. Kısaca öylesine çekici ve heyecan verici olduğu halde olduğunuz yere mıhlayacak bir sözcük.

Herkesin hayatında kendince çizgiler var. Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını belirleyen sınırlar. Kimileri bunun farkında, kimileri değil.

Kimilerinin çizgileri ise, belli belirsiz. Yer, zaman koşullar belirliyor. Aslında hemen pek çok kişi için bu belirleyici çizgiler bulundukları yere göre değişebiliyor. Çünkü, insanın kendisi de değişken.

Dün yapamadıklarını bugün yapabiliyor. Düşüncelerinden becerilerine kadar yetenekleri her geçen gün değişiyor, gelişiyor. Bu durumda çizgiler de yerli yerinde durmuyor tabii.

Bir de geleneklerin, törelerin, toplumun belirlediği çizgiler var. Ve genellikle kişilerin kendi çizgilerini de içinde yaşadığı kitlenin çizgisi oluşturuyor. Ancak, kişiler yine de kendi çizgilerini sahip oldukları yetenek ve düşünceleriyle belirliyorlar.

Zaten bir kitleyi meydana getiren bireyler olduğuna göre, her bir bireyin değişen çizgisiyle kesişen çizgi de o toplumun çizgisini belirliyor. Yani bireylerin gelişim ve değişimiyle birlikte toplumsal çizgi de aynı kalmıyor.

Şimdi bu açıklamaların üzerine çizginin neresinde durduğunuzu anlayabilirsiniz.

Hiçbir şey anlamadığınızı da söyleyebilirsiniz, elbet. Aslında hiç de kolay bir konu değil. Fakat, her zaman kolay ve çok anlaşılır konuları öyle bir okuyup geçmek yerine düşünmekten yanayım. Ve bugün sizi düşünmeye davet ediyorum.

İnsan, düşünmek için kendini biraz zorlamalı. Tıpkı bedeninizi ve yeteneklerinizi zorladığınız gibi. Mesela iki saatte bitirilmeyecek bir işi mecbur kalıp iki saatte hiç bitirmediniz mi? Yorulduğunuz halde yürümeye ya da çalışmaya devam etmediniz mi?

Tabii ki, bunların hepsini çeşitli zamanlarda yaptınız. Ve yapamayacağınızı düşündüğünüz bir şeyi gerçekleştirdiğiniz zaman durup düşünmediniz mi? ‘‘vay canına nasıl da yaptım’’ veya ‘‘meğer yapabiliyormuşum’’ şeklinde hayretle kendi sınırlarınızı keşfetme fırsatı mutlaka bulmuşsunuzdur. Fakat, dikkatiniz başka konulara yöneldiği için de kısa sürede unutmuşsunuzdur. Çünkü, insan başardıklarının üzerinde uzun uzun takılı kalmaz. Ancak, başaramayıp da bunun sonucunda ortaya çıkan sıkıntıları hatırlar ve der ki, ‘‘keşke şöyle yapsaydım, o zaman bunlar böyle olmayacaktı’’ şimdi başardıklarını da hatırlama zamanı. Hem de kendi yeteneklerinizi zorlayıp yaptıklarınızı… Yani düşünme zamanı.

Buna bir çeşit zihin jimnastiği diyebilirsiniz. Ve ‘‘çizgi’’nin ifade ettiği anlamı kavrayabilirsiniz.

Aslında pratik hayatın akışına kendinizi kaptırıp giderken zaman zaman çizginin üzerine kadar gelip hatta farkında olmadan geçip sonra da yeniden çizginin berisindeki yerinizi alıyorsunuz.

Fakat, öyle kişiler var ki, asla çizgiye yaklaşmıyor. Zaman zaman koşullar onu çizginin üzerine doğru çekse bile büyük bir güç harcayıp kendi tarafında kalmayı başarıyor. Başarıyor ya, her zaman böyle olmuyor tabii.

Bunu halat çekme oyununa benzetebiliriz. Biliyorsunuz, yere bir çizgi çizilir. Taraflar çizginin iki tarafında yerlerini alırlar. Bir halatın ucuna sarılır ve karşılıklı çekerler. Çizgiyi geçen oyun dışı kalır veya halatın karşı ucuna asılır. Yani diğer tarafa geçmiş olur.

Aslında koşullar da insanı bazen tıpkı halat oyununda olduğu gibi çizginin öte tarafına çeker. Ve siz bulunduğunuz yerde kalmak için büyük bir güç harcamak zorunda kalabilirsiniz. Tabii burada koşulları sorgulamak gerekiyor.

İçinde bulunduğumuz koşulların kendimizin dışında yaratıldığı duygusuna kapılırız ve bizi zorlayıp bir yerlerden başka yerlere götürdüğünü düşünürüz. Ancak, bu koşulların yaratıcısı düpedüz biziz.

Önce içinde bulunduğumuz şartlardan memnuniyetsizlik içine gireriz. Fakat, bunu değiştirmek için parmağımızı bile oynatmayız. Sadece mutsuzluk içinde söylenip dururuz. Sonra tavırlarımız buna uygun biçimde değişir. Daha sonra da aslında istediğimiz fakat, alışkanlıklara olan bağlılığımız ya da rahatımızın kaçacağı endişeleri yüzünden istemediğimiz koşullar meydana gelmeye başlar. Ve bütün bunlar sanki bizim dışımızda oluşuyormuş duygusuna kapılırız ve olduğumuz yerde kalabilmek için mücadele etmeye başlarız. Kimi zaman mücadeleyi kazanırız. Bazen de kendimizi çizginin ötesinde buluruz.

Bu durum son derece ürkütücü olabilir. Çünkü, benliğimizin derinliklerinden çok istediğimiz bir yere gelmiş olsak bile şuurlu olarak hiç istemediğimiz bir geçiş yaptığımız için doğal olarak tedirgin edici hatta yaralayıcı bile olabilir. Kendimizi toparlayıp çizginin berisine tekrar geçtiğimizde ise, artık önceki kişi değilizdir.

Bazı kişiler ise, bile isteye kimi zaman çizginin tam üzerinde kimi zamanda çizginin diğer tarafına kısa geçişler yaparlar. Tabii onlar için böylesine zorlayıcı ve yıkıcı etkisi olmayacaktır. Fakat, devamlı bir aykırılık içinde bulunacak, çizginin bu tarafında yaşayanlar tarafından garipsenecek, belki de uyumsuz olarak niteleneceklerdir.

Ancak, hemen hepimiz hayatımızın bir döneminde çizgiyi aşma noktasına geliriz. Kimi zaman tam çizgi üzerinde kalır, kimi zaman geçeriz. İşte bu noktada kişinin bunun farkına varması öylesine büyük bir önem taşır ki, düpedüz hayatına hakim olup olmayacağını belirler, diyorum,

Birçok hayatlar

Başlığı okuduğunuz zaman ilk aklınıza gelenin reenkarnasyon (Yeniden bedenlenme) olduğundan eminim. Birçok hayatlar denildiği zaman tekrar tekrar doğmak ve çeşitli hayatlar yaşamayı çağrışıyor. Fakat, burada benim anlatmaya çalıştığım bu değil.

Aynı zamanda aynı mekanda ne kadar çok çeşitli hayatların birarada yaşandığını anlatmak istiyorum. Hatta aynı yerde ve aynı koşullarda farklı kişilerin farklı hayatları nasıl olup da yaşayabildiklerini ve birbirleriyle aralarındaki ilişkiyi sorguluyorum.

Genler, kültürler, eğitim ve koşullar aynı olduğu halde bir de bakıyorsunuz kişiler başka başka tavırlanıyor, olayları başka başka değerlendiriyorlar ve buna bağlı olarak başka başka yaşıyorlar.

Buna en iyi örnek, kardeşlerin birbirinden çok farklı seçimleri ve yaşam tarzları gösterilebilir. Hatta halk arasında ‘‘Beş parmağın beşi bir mi?’’ şeklinde kardeşlerin birbirine benzememesi (Kişilik olarak) son derece tabii karşılanıyor. Ancak, kişinin tavırlanışındaki önemli unsurlar incelendiğinde ise, birbirlerine benzemeleri gerektiğini anlıyoruz.

Madem ki, bir kişinin tavırlanışındaki temel unsurların başında genetik faktörler geliyor. Sonra, gelenekler, din, iklim ve çevre faktörleri sırasıyla kişiyi etkileyen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. O zaman aynı anne babadan doğan, aynı koşullarda yetişen ve aynı eğitimi alan iki çocuğun da benzer özelliklere sahip olması gerekir. Fakat, bu çocuklara yetişkin olduklarında bir de bakıyorsunuz bambaşka özellikler göstermeye başlamışlar.

Hayatı algılamaları ve buna bağlı olarak olaylardan etkilenmeleri çok farklı. Tabii bunun sonucunda yaptıkları seçimler ve yaşadıkları hayatlar çok başka oluyor. Halbuki, kişiyi oluşturan etkiler gözönünde bulundurulduğu zaman, anlayış, değerlendirme ve olaylar karşısındaki tavırlanmalarının birbirine benzer olmasını bekliyorsunuz. Fakat, olmuyor.

Hatta, birinin acıma duyguları çok yüksek olduğu halde diğeri tam tersi zalimlik derecesinde acımasız olabiliyor. Birinin tanrıya inancı çok yüksek olduğu halde diğeri sadece menfaatlerinin peşinde koşan biri olabiliyor. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Kısaca, davranış, anlayış ve yaşayış açısından birbirlerinden tamamen farklı olabiliyorlar. Hem de aynı koşullarda yetişip aynı kültür ve eğitimi aldıkları, aynı anne babadan doğdukları halde.

Şimdi kardeşler bile böylesine kişilik farklıları gösterdiklerine göre öteki insanları bir düşünün. Bambaşka koşullardan, bambaşka kültürlerden gelen kişilerin hayatlarının benzemesi mümkün mü? Elbette ki, değil. Ve bunun sonucunda ne kadar çok hayatların var olduğunu kolayca anlayabilirsiniz.

Herkes kendi anladığı, algıladığı hayatı yaşıyor ve hiç kimsenin hayatı diğerine benzemiyor. Ve tabii, herkes kendi sorunlarıyla boğuşurken kendilerini anlayabilecek kimselerden medet umuyor. Fakat, kimsenin bir başkasına gerçek anlamda yardımcı olabilmesi mümkün değil. Hatta yardımcı olmayı çok istese bile. Çünkü, yardım edebilmek için önce anlaması gerekir. Fakat, herkes kendi düşünce penceresinden ve yaşadığı hayatın içinden bakacağı için kendi anlayışına göre yorumlayacak ve yaptığı bu değerlendirmeyle asla yardımcı olamayacaktır.

Ancak, bazı kişiler olayların ve zekalarının yardımıyla birden fazla hayatı deneyimleyebilirler. Yaşadıkları hayatı değiştirip farklı tecrübeler yaşamak isteyebilir, üstelik bu isteklerini gerçekleştirebilirler. Böylece anlayış ve tecrübeleri çok daha zengin olduğu için yardımcı olmaya çalıştıkları kişiye yaklaşmayı başarabilirler. Fakat, ne kadar çeşitli ve zengin tecrübeleri olursa olsun gerçek manada yardımcı olmaları mümkün değildir. Fakat, bu tip kişiler daha özgür bir anlayışa ve anlamaya yönelik engin bir görüşe sahip olacakları için, yardım isteyen kişinin aradığı yardımı kendi içinde keşfedebilmesini sağlayabilirler ki, işte bu en büyük ‘‘Gerçek’’ yardımdır.

Pek çok çeşitli hayatın yaşandığı hatta yeryüzünde ne kadar insan yaşıyorsa, o kadar çeşit hayatın var olduğunu anlamış bulunuyoruz. Ancak, nasıl olup da bu kadar çok çeşitli hayatın var olabildiği sanırım hâlâ anlaşılabilmiş değil. Bu konuda yapılmış herhangi bir çalışmanın var olup olmadığını bilmiyorum. Ayrıca, şimdiye kadar hiçbir yazılı bilgiye de rastlamış değilim.

İnsanı çözümlemek adına yapılan çok çeşitli çalışmalar mevcut. Ancak, doğrudan doğruya her bir insanın algılamasının neye göre farklılık gösterdiği üzerine yapılan bir çalışma yok. Varsa da benim haberim yok.

Ben burada bugüne kadar yapmış olduğum çalışmaların doğrultusunda böyle bir yargıya vardım. Üstelik astrolojik açıdan inceleme yapıldığı zaman da gökyüzünün konumu sürekli değiştiği için her bir insanın doğum anında farklı etkiler aldığını ve hiç bir doğum haritasının diğerine benzemediğini biliyorum. Ayrıca, şimdiye kadar yapmış olduğum gözlemlere dayanarak her bir insanın aynı olay karşısında gösterdiği tepkinin ne kadar farklı olduğunu da anlamış bulunuyorum. Fakat, insan öylesine komplike bir varlık ve sahip olduğumuz bilgiler aynı oranda yetersiz ki, neye göre algılamaların değiştiğini tam olarak tespit edebilmek mümkün değil.

Astrolojik etkiler, nedenlerden sadece bir tanesi. Tabii genler, alınan kültür, çevrenin etkisi ve daha birçok neden sayılabilir. Ancak, bütün bunlar birleştirildiği zaman da kesin olarak algılamayı farklı kılan faktörler bunlardır diyemiyoruz.

Birliği ve düzeni sağlayan ortak kriterlerin öğrenilmiş olması ve bu doğrultuda davranışlar ortaya konulması, kişinin gerçekten öyle algıladığının ve anladığının bir göstergesi değil. Size dönüp pekala ‘‘Ben böyle hissetmiyorum fakat, bu şekilde davranmam gerekiyor’’ diyebilir. Ve, onun ne hissettiğini, ne düşündüğünü anlamak için biraz gayret gösterecek olursanız, size nasıl algıladığını anlatacaktır. Fakat, sizin onu anlamanız mümkün olamayacaktır. Anlasanız bile nedenlerini çözemeyeceksiniz. Şayet biraz sorgulayacak olsanız ve o da kendince gerekçeler ileri sürse bile, bunlar çoğu zaman gerçek nedenler olmayıp kendince bulduğu yakıştırmalar olacaktır. Çünkü, kişinin kendisi de neden öyle algıladığını bilmemektedir.

Tabii bunların arasında birliği umursamayan isyankar tipler de vardır ve algıladıkları gibi yaşamayı seçmişlerdir. Ve, onların davranışları sizin için daha da muamma olacak ve kendi kendinize ‘‘Ne hayatlar var’’ diyeceksiniz. Sorgusuz sualsiz yargılayacak (Kendi hayatınıza göre) belki dışlayacak belki de üzerinde bile durmayacaksınız.

Evet, ne hayatlar var ve sizin hayatınız da aslında bunlardan bir tanesi. Hayatınızın içinde neler neler yaşıyorsunuz ve bunları sadece siz biliyorsunuz. Tabii ancak bilebildiğiniz kadar, farkına varabildiğiniz kadar… Bir de bilemediğiniz anlayamadığınız taraflarınız var. Hatta ortaya koyduğunuz kimi davranışa kendiniz bile şaşıyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda ‘‘Bunu ben mi, yaptım’’ dediğiniz olaylar bile var. Tabii geri dönüp bakarsanız.

Çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek gibi bir şey insanı anlamaya çalışmak. Fakat, yine de olmayacak bir şey değil. En azından davranışlarınıza, düşüncelerinize, algılamalarınıza dikkat ederek ve kendinizi sorgulayarak, kendi içinizdeki kişiye ulaşabilirsiniz. Yani, kendinizi anlamaya başlayabilirsiniz. Böylece hedeflerinizi belirleyebilir, sorunlarınızı çözümleyebilir, kendinize özel hayatın farkına vararak, hayatınızı yaşayabilirsiniz, diyorum,

Hayata dair

İnsanın elindeki en büyük servet, hayatı. Üstelik çıkış noktasında herkes bu konuda eşit. Hayatta olan bütün insanlar bu şansı kullanmak için yeterli donanıma sahip. Bunu değerlendirip değerlendirmemek ise artık kişinin kendi tasarrufu.
Elbette ele geçen fırsatlar konusunda dünyadaki herkesin eşit olması söz konusu değil. Ama genel yaşama şartları ve toplum kuralları bazı standartlar getirmiş vaziyette. Bunun dışında kalan bölüm de sürprizlerden ibaret.
İnsan, hayatının hangi safhasında seçim yapmak zorunda kalacağını bilemiyor. Ama hayatın motifleri, kıvrımlarında mutlaka karar mecburiyetleri gizliyor.
Doğrunun neye göre doğru, yanlışın neye göre yanlış olduğu da başlı başına paradoks oluşturduğundan, tetikte olmakta fayda var gibi görünüyor.
Bu durumun içinde bulunmayanlara, bunlar laf kalabalığı gibi gelecektir. Ama herkes kendi hayatının başrol oyuncusu olduğuna göre, mutlaka kahramanlık yapmak kararlı olmak gerektiği anlar yaşayacaksınız.
Özellikle, ilk gençlik yıllarında, insanın mümkün olduğunca ileriyi görmeye çalışması lazım. Gerçi bu, gençlerden istenecek belki de en zor şey. Ama atılan her adımın bir ömür boyu kendileriyle birlikte gezeceğini unutmamak gibi bir şart söz konusu.
Gün gelip hayatınızdan memnun olmadığınızı fark ederseniz kendi çizdiğiniz sınırlar dahilinde sıkıştığınızı görebilirsiniz. İşte o zaman değişiklik yapmanın dayanılmaz ağırlığını omuzlarınızda hissedersiniz.
Bir ihtimal, değişikliği becerseniz bile hayatınızın “anı” hanesinde gittiğiniz her yere taşımak ve olur olmaz yerlerde hesabını vermek zorunda kalabilirsiniz.
Hiçbir şekilde de “bu benim hayatım, istediğimi yaparım” şeklinde bir tavır sergileyemezsiniz. Çünkü hayatı sizinle paylaşan insanlara karşı taşıdığınız sorumluluklardan kaçamazsınız. Yani bir anlamda hayatınızı ne şekilde yaşadığınız konusunda rapor vermeniz gereken başka insanlar olduğunu unutamazsınız.
Bir zamanlar bir tanıdığım “unutabilmek bir lükstür” demişti. Aşağı yukarı her şeyi müthiş bir süratle unutan ben, bu söze anlam verememiştim. Çünkü unutmanın ne kadar büyük dertlere yol açabildiğini bana olaylar öğretmişti.
Mesela yolda yürürken siması tanıdık gelen fakat adını, nereden tanıdığınızı bir türlü hatırlayamadığınız birisiyle karşılaşırsınız. Aynı anda o da sizi görür ve üzerinize doğru yaklaşmaya başlar. Siz beyninizi zorlarsınız, hatırlamak için inanılmaz bir çaba harcarsınız fakat başarılı olamazsınız.
O sırada kim olduğunu bilemediğiniz kişi adım adım yaklaşmaktadır. Mesafe kısalır, kısalır ve sonuçta burun buruna gelinir.
Karşınızdaki haykırır “Nasılsın? Seni nasıl da özledim, fakat bir türlü ulaşamadım.”
Siz çekingen ve nasıl davranacağını bilemez halde cevap verirsiniz “iyiyim, ya siz?”
“Canım, siz lafı da nereden çıktı şimdi. İnsan bunca senelik arkadaşına siz der mi hiç?”
Siz hem karşınızdakine hak verir hem de çaresizlikten kıvranırsınız. Ve bu sahne böyle uzar gider.
Ben böyle şeyleri çok sık yaşadığım ve bundan bunaldığım için hafızası kuvvetli insanlara gıpta ederim hep. Bu yüzden ilk duyduğumda unutmanın erdemini kavrayamamıştım zaten.
Ama sonra bazı şeyleri boşu boşuna akılda tutup, bunun ağırlığını da yüklenmenin lüzumsuz olduğunu anladım.
Her neyse.
Dünyanın en sıkıcı işi nasihat dinlemektir herhalde. Buna karşılık nasihat etmek edene zevk verir. Kendi kendine “vay, ben neler biliyormuşum da farkında değilmişim” dedirtir.
Bu tıpkı gerektiği tarihe kadar bir bilgiye sahip olmadığını zanneden ama çok zorda kalınca hafif atmasyonla durumu idare edip sonra da konuyu bildiğine kendi ikna olan insanların haline benzedi.
Huzur, bu dünyada sahip olunabilecek en büyük nimet. Ulaşılması güç olan her şey gibi huzur da nazlı. Ona yaklaşabilmek için her adımın dikkatli atılması, her hareketin iyice ölçülüp biçilmesi gerekiyor. Ama hiç şüpheye mahal yok, buna değer.
Bu yüzden dünyanın saçma sapan ve kısa süreli karmaşasından kaçmak ve korunmak için saklı tutulacak bir köşe bulunmalı beyninizde.
Ve bütün zararlı ortamlardan uzak durup sakin, dingin bir atmosfer sağlanmalı.
İşte size söylemesi kolay, uygulaması zor bir reçete. Gerisi size kalmış.

Hayatı yalnız vahiy mi açıklıyor, yoksa başka kaynaklar da var mı?

Evet var. Kuran, özellikle akla, evrensel değerlere ve bilime atıf yapıyor. Kuran’ın ‘‘Allah’ın indirdiği ile hükmedin’’ emrinin gerekli kıldığı hüküm kaynakları 4 tanedir: 1- Vahiy ürünleri, 2- Bilim, 3- Akıl, 4- Ortak-evrensel insanlık değerleri (maruf).

‘‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmek’’ işte bu dört değere dayanarak hükmetmektir.

Başka bir deyişle: Vahiy, hayat ve káinata bir boyutuyla açıklama getiriyor. Bunun ötesinde sayısız boyutlar vardır. Ve bunların işletilmesi, sonuçlandırılması hangi ölçü ve disipline aitse, Kuran onu hizmete çağırmakla yetinir; ama onun işine müdahale etmez. Kuran’da en çok davet edildiğimiz faaliyet; akli faaliyet, düşünce faaliyetidir. Kuran bizi aklımızı işletmeye, düşünmeye, bakmaya, dolaşmaya, görmeye, duymaya ve bütün bunlardan sonuçlar çıkarmaya çağırmaktadır. Bu konuda kendisi genel olarak sonuçlar vermez. Kuran’da ne çarpım cetveli vardır ne kimya formülleri. Bunları ve daha nicelerini insan aklı keşfedecek güçtedir. Kuran bu gücü kullanmamızı isteyerek kenara çekilir. Ve bu gücü kullananları saygıyla anar, kutsar. İslam’ın temel prensiplerinden biri de şudur: Din, akıl sahiplerine hitap eder. Din, temel kaynağı vahiy olduğu için akılüstüdür, fakat akıldışı değildir. Kuran, muhatabının akıl sahibi varlık olduğunu açıkça belirtir. İslam inanç ve düşüncesi, akıl dengesi bozuk kişileri hiçbir emir ve yasakla yükümlü tutmaz. Akıl gücünün kullanılışını imkánsız duruma sokan baygınlık ve uyku halleri de her türlü yükümlülüğün kalktığı anlardır.

Hayatın anlamı ile ilgili sözler hakkinda aciklamalar Hayatın anlamı ile ilgili sözler konusunda bilgiler.
Anahtar Kelimeler:Hayatın anlamı ile ilgili sözler,hayatın anlamı sözleri ,hayata anlam veren sözler

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.