Yağmurlar Canımı Alsın

Yağmurlar Canımı Alsın ,Masanın üzerinde çalan saatin sesine daha fazla katlanamadı, el yordamıyla bulduğu saatin zilini kapattı.

Kendisini bitik ve yorgun hissediyordu, yatağında tembel, tembel gerindi, işe gitmek istemiyordu. Kaç zamandır bir değişiklik olsun istiyordu hayatında, hep aynı insanları görmek, aynı sokaklar, eşyalar, etrafındaki her şey artık dayanılmaz bir sıkıntı veriyordu.

İçindeki boşluk hiçbir şey doldurmuyordu, Hâlbuki birkaç ay öncesine kadar ne kadar dolu, dolu heyecanlı bir insandı. Bu birkaç ayda olanlara kendi bile inanamıyordu.

Radyoda çalan müzik dikkatini çekti.

“Gökyüzüm sen ol bir tanem,
Güneş tenimde batsın,
Bırakıp gidersem seni,
Yağmurlar canımı alsın.

Sonbahar yağmurları başlayalı havada daha bir kasvet, daha bir sıkıcılık vardı.

Adımlarını sıklaştırdı, Eteği yüzünden adımlarını küçük, küçük atıyordu. Ceylanın sekmesi kadar güzel yürüdüğünden her salındığında ince beline inat aşağılara inildiğinde balıketli sayılabilecek kalçaları kadınsı hatlarını daha belirginleştirdiğinden gelip geçenler
Bakmadan edemezdi.

Oysa son zamanlarda salmıştı kendini, içinden isyan ederek ağır adımlarla yürürken acı bir fren sesi duydu, sesin geldiği yöne başını çevirmesine zaman kalmadan sol tarafında bir acı hissetti, zaten yorgun olan bedeni daha fazla dayanmadı, Kanadı kırık bir kuş gibi duvarın dibine yığıldı, kaldı. İçinden isyan ediyor, gözyaşları gecenin karanlığına inat inci taneleri gibi yanaklarından süzülerek toprağa düşüyordu.

Bir süre öylece kaldı, sonra yanına yaklaşan birini fark etti. Sokak lambasının ışığı yüzüne yansıdığından yüzünü tam göremedi.

-Affedersiniz, bu saatte buralar pek emin değildir,bir yardıma ihtiyacınız var mı…?

-Yok… dedi yardıma ihtiyacım yok. Yerinden kalkmak istedi, olmadı. Başının döndüğünü hissetti, midesinde garip bir sancı, kulaklarında amansız bir uğultu ile yığılıp kaldı.

Az önce yardımcı olabilir miyim diye soran adam, yerde yatan genç kızın kollarının arasına girerek ayağa kaldırmaya çalıştı.

Bir kolunun altına girdiği kızı omuzla————, birazda ayaklarını yerde sürüyerek caddenin başındaki evine kadar taşıdı.El yordamıyla kapının kilidini açtı.Gecenin ayazına, soğuğuna rağmen içerisi sıcacıktı.

Odanın cam kenarında bulunan divana yatırdı.Saçları yüzünü örttüğünden dudağının kenarında minicik bir tebessüm gördü.

Kaç zamandır bir kadın yüzünü bu kadar yakından görmemişti, duvardaki deniz manzarasına baktı, karakalem resim çalışması olmasına rağmen maviyi hissetti, burnuna balık kokusu geldi,

Bir süre genç kızın başında durdu, uyanması için seslendi, dolaptan aldığı kolonyayı koklattı baktı olmuyor.

Sonra sokağın başındaki eczacı geldi aklına, böyle zamanlarda ondan yardım isterlerdi, mahallede biri bayılsa, yada biri elini kesse ilk koştukları yerdi eczahane.

Evin kapısını dışarıdan kilitleyip, eczacının dükkanına gitti. Şansına bu gece nöbetçi eczacı olduğundan kapalı değildi.

Yüreğinde depremler olurcasına heyecan ve korku ile eczahanenin kapısından girdi.

Eczacı Nimet hanım telaşla gelen adama baktı, yüzü solmuş korku ve panik içinde olduğundan bir şeylerin ters gittiğini hissetti.

– Ahmet bey hayırdır, bu telaşınız ne kuzum hele şöyle oturun.
– Yok iyiyim ben, bir şeyim yok dedi, bir yandan da işaret edilen sandalyeye tutunarak oturdu.
– Bizim evde baygın bir kız var, ayıltmaya uğraştım, baktım olmuyor size geldim, bana yardım edebilirmisiniz. ?

Eczacı şaşırdı, hayırdır dedi.Akrabanız falanmı geldi. Ahmet beyin yüzündeki korku ve panik havası devam ettiğinden dükkanın arka tarafındaki çırağına seslendi.

– Evladım ben Ahmet beyin hastasına bakacağım, gelen olursa beklesinler, 15,20 dakikaya kadar gelirim. Bunları söylerken bir yandan da İlkyardım çantasını hazırlamaya başladı, ağrı kesiciler, iğneler, gazlı bez gibi malzemeleri aldı.
– Kimdi,neyin nesiydi bu gece vakti.Ahmet bey yıllardır tek başına yaşar.annesi öldükten sonra ne arayan vardı,nede soran.

– Kapının açıldığını duydu, gözlerini açmaya çalıştı, sol tarafında çok büyük bir acı hissetti, kıpırdayamadı.Şaşkın,şaşkın etrafına bakındı,

– Eczacı Nimet hanım genç kızın yanına geldiğinde göz göze geldiler.
– Anne şevkati ve içtenliği ile seslendi.Merhaba kuzum, korkuttun bizi..

Başında duran orta yaşlı kadın ve arkasındaki adama baktı, söylenecek bir söz bulamadı,

Bir tutam sevgi,bir düş uğruna uzak ayrılıkları göze alıp, dağları aşarak geldiği bu şehirde yaşadığı hayal kırıklığını,güvendikleri insanların ihanetini, eski kocasını velhasıl içinde esen hazan rüzgarlarını düşündü.

Göz pınarlarından akan yaşlar yanaklarından süzülürken odayı kaplayan sessizliği yine eczacı bozdu.

– Kuzum bari adını söyle, yoksa Ahmet Bey dili olmayan bir peri kızı bulmuş diyeceğim.

Peri kızı betimlemesi hoşuna gitti, başını hafifçe dönerek Aysel dedi,

Eczacı, bak adında varmış, Aysel şöyle bir bakalım sana, yattığı yatağında sağına, soluna baktı. Önemli bir şey görünmüyor kuzum, bir iğne yaparsak bir şeyin kalmaz.

Bir ağrı kesici iğne yaptı, masanın üzerine birkaç ilaç bıraktı.

Nimet hanım görmüş, geçirmiş bir insandı, yılların tecrübesi, birikimi vardı. Aysel’in kıyafetinden, yüzündeki çizgilere, yanaklarından sicim gibi akan yaşlara baktı, en küçük ayrıntısına kadar inceledi.

Evden ayrılırken Ahmet Beye dönerek,

– Çok yorulmuş,biraz dinlenirse bir şeyi kalmaz.Ha birde kendine gelince yemek yesin, sanırım kızımız çok acı çekmiş,çok hırpalanmış,gideceği bir yer yoksa sende kalsın, bir sorun olursa ben sana yardımcı olurum.

Nimet hanımın bu ince tavrı ve tavsiyesi karşısında biraz rahatladı.Odaya geri geldiğinde tarifi zor duygulara kapıldı.

Kireçle boyanmış bu dört duvar yaklaşık on yıldır, bir sese bir insanın nefesine muhtaç öylece bekliyordu.Annesini kaybettikten sonra tek başına kalmış, ne kimselere güvenebilmiş, nede bir can yoldaşı aramıştı.

Yüzünde çocukluktan kalma yanık izleri vardı, ayrıca sol elini kullanamıyordu.Babasından kalma bu evde zaman dolduruyor, günde birkaç saat simit tezgahının başında duruyordu.Kazandığı para yaşamasına yetiyordu.

Bir koltuğa oturdu, farkında olmadan uyuyakaldı.

Odanın bir köşesinde Aysel, diğer tarafta Ahmet bey , saatlerce uyudular.

Ahmet bey uyandığında genç kızın hala uyuduğunu fark etti, Küçük bir kahvaltı sofrası hazırladı, sokağın başında bulunan fırına giderek sıcak ekmek aldı, geri döndüğünde Aysel’in uyandığını, yatağından çıktığını fark etti.

İkisi de bir şey konuşmadı, ilk kelimenin kimden geleceği belli olmadan sofranın başına oturdular,

Aysel’in yüreği bir kuş misali çarpıyordu, tanımadığı bir adamın evinde, sofrasındaydı.

Boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti.Karşısında oturan adamın sol eli dikkatini çekti. Eli sakattı, parmakları olmadığından sadece sağ elini kullanıyordu, bakışlarını elinden kaçırıp yüzüne baktığında Otuzbeş, kırk yaşlarında, saçlarının tamamı beyazlamış, yüzünün sol tarafında da yanık izi olduğunu fark etti.

İlk kez görmesine rağmen sanki tanıdık birini görür gibi hissetti, yabancı bir erkeğin karşısında olmasına rağmen güvende olduğunu anladı, eczacının kadın gittikten sonra uyumasına rağmen neler olduğunu bilmese de karşısında oturan adamın ona zarar vermeyeceğini hissetti.

Boşalan çay bardağını doldurmaya kalktığında başı dönmeye başladı, duvara tutunarak düşmekten kurtuldu.Tekrar yerine oturduğunda Ahmet Beyle göz göze geldi.

Bir baba şefkati, yakın bir dost bakışı görür gibi oldu, boğazında düğümlenen kelimeleri toparlamaya çalıştı.Ne diyeceğini düşünürken imdadına Ahmet yetişti.

Aysel hanım benim çıkmam lazım. Simit tezgahım var. Simit satıyorum.Fırında ayırmışlardır. Öğlene kadar gelemem.Sen istirahat et, gitmek istersen kapıyı çekmen yeter.

Oysa bu konuşma yerine başka soruları vardı. Kimsin, nesin gecenin bir yarısı sokaklarda ne işin vardı. ?

Aysel sessiz kaldı, başıyla olur anlamında işaret etti.

Ahmet çıktıktan sonra evin içinde dolaştı, küçük ama şirin bir evdi. Dolapların içlerinde dantel örtüler, yatağın kenarlarını el işi danteller süslüyordu.Masanın üzerinde duran eski radyoyu açtı.

Sabah saatleri olduğundan İstekler programı çalıyordu, içinden bir sonraki türkü benim olsun diye geçirdi.

Kaç zamandır bu saatlerde evde olurdu.Gece çalıştığı bardan sabaha doğru çıkar, insanlar işe giderken o evine dönerdi.Gece bara gidemediğinden patronun kızdığını tahmin ediyordu.

Evinden çok uzakta olmadığından arayıp bulacaklarını biliyordu, normal şartlarda korkması gerekirken garip bir şekilde içinde korku yoktu.

Evin havasını soludu, camın kenarına dizilen tenekelerde sardunyalar açmıştı, küçük bahçenin temiz ve bakımlı olması şaşkınlığını daha da artırdı.

Radyoda çalan türkünün sözleri ruhunu okşadı,

“Huma kuşu yükseklerden seslenir,
Yar koynunda bir çift suna beslenir,
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır.”

Ahmet evden çıktığında elinde olan paketi sıkıca kavradı, yıllardır dişinden tırnağından artırdığı, sattığı simitlerden kazandığı paraları, ana yadigarı gümüş kemeri koymuştu torbanın içine.

Aysel’in çalıştığı barı biliyordu, simit sattığı zaman ara sıra kapısından geçerdi.Onu barın kapısında taksiye binerken görmüştü. Yüreğinde biriken korku, telaş ve olacakları merak ederek önce simit fırınına uğradı. Fırın sahibine o gün çalışmak istemediğini söyledi.

Barın kapısına geldiğinde korumalarla karşılaştı, tanıdıklarından hayırdır dediler,

– Simit yok mu bugün .
– Yok dedi, barın sahibiyle görüşmek istiyorum.

Korumalar şaşırdı, yıllardır sessiz sedasız kapılarının önünden geçen simitçi sabahın bu saatinde barın sahibini soruyordu.Elinde olan paket dikkatlerini çekti.
Yaşlı olan koruma takıldı,

-Hayrola hemşerim patrona simit mi getirdin.

Ahmet sessiz kaldı, bakışlarındaki kararlılığı gören korumalardan genç olan ,
-Peki, gel bakalım, patron kahvaltı yapıyor biraz bekleyeceksin.

Ahmet’i barın içerisine aldı. Giriş kısmında bir sandalyeye oturdu.İçeri giden koruma biraz sonra geldi.
– Patron seni bekliyor, yalnız üzerini aramam lazım,

Ahmet sesini çıkarmadı, üzerini arayan koruma sıra pakete geldiğinde şaşırdı, paketin içindeki demet, demet parayı ve gümüş kemeri görünce kafası daha da karıştı.

Barı işleten eski kabadayılardandı, Ahmet’in babasıyla aynı mahalleden ahbap olduklarından onu tanırdı. Ama Ahmet bu baba dostunu unutmuştu.

– Karşısında duran genç adamın ellerine baktı, bir elinde naylon bir poşete sarılı paket, diğer eli belli, belirsiz ceketinin kolundan sarkmıştı, elinin sakat olduğunu biliyordu.Çocukken kendi oğluyla top oynadıkları günlerden aklında kalmıştı.

Bir süre konuştular, Ahmet’e çay söyledi.Konu Aysel’den açıldığında barın sahibi şaşırdı, ama belli etmedi.

Yarım saat kadar içerine kalan Ahmet barın kapısından çıktığında yüzünde huzur dolu bir gülümseme vardı.Elindeki paket duruyordu ama biraz hafiflemişti.

Mahallesine giden dolmuşa binmeden köşedeki çingene kadından bir demet papatya aldı, hayatında ilk defa çiçek alıyordu, çiçekleri nasıl tutacağını bile bilmediğini gören çingene kadın,

– Abe öle sopa tutar gibi tutma, aha şöyle tutasın , dedi.

Eve geldiğinde Aysel, annesinin yağ tenekelerine ektiği sardunyaları suluyordu. İçinde inanılmaz bir huzur buldu.Elindeki çiçekleri ve paketi ne yapacağını bilemedi, tahta masanın üzerine bıraktı. Ceketinin iç cebinden bir zarf çıkardı çiçeklerin yanına koydu,

Aysel’in yüzündeki şaşkınlığın yerini merak aldı, ne vardı o paketin ve zarfın içinde,

– Ahmet masanın üzerinde duran paketi işaret ederek, onlar senin dedi.

Aysel başını önüne eğdi, önce zarfı aldı, zarfın kapalı olduğunu fark etti, köşesinden yırtarak içindeki mektubu çıkardı.

Mektupta;

“ Aysel, bizim raconumuzu bilirsin, mekanımızda çalışan kadınlara yanlış yapan bize yanlış yapmıştır. Dün işe gelmedin, araştırdık bu delikanlının evindeymişsin. Kocana verdiğim parayı ödedi. Getirdiği gümüş kemer ana yadigarıymış, ona dokunamadım. O kemeri sevdiğinin beline taksın.

Ahmet’in babasını tanırım.Rahmetli asker arkadaşımdır. Oğlu emanetim sayılır.Bundan sonra özgürsün.Bir derdin, sıkıntın olursa ara beni. Allah yolunu açık etsin.
Yakup………….”

Aysel mektubu okuduğunda yanaklarından süzülen yaşlara hakim olamadı, masanın üzerinde duran papatyalardan bir tane kopardı kulağının arkasına taktı, paketin içerisinde duran kemeri çıkardı, önce beline takmak istedi, sonra yapamadı. Elinde mektup ve kemerle Ahmet’e baktı. Bir süre sessiz kaldılar.

Ahmet Aysel’in elinde duran kemeri aldı, bir eli özürlü olduğundan tek eliyle Aysel’in beline dolamaya çalıştı, baktı olmuyor. Kemerin yere doğru düşen ucunu Aysel tuttu, ikisi birlikte kemeri taktılar. Her ikisinin yüzlerinde hüzün ve tebessüm karışımı bir mutluluk vardı.

Birkaç gün sonra Antalya’ya giden otobüsün ön koltuklarında iki kişi yan yana oturmuştu. Genç kadın huzur ve mutluluk içinde başını yanında bulunan adamın omzuna dayadı.
Ata yadigarı gümüş kemer ve gecekondu satılmış, parası bankaya yatırılmıştı. Yeni bir hayat ve başlangıç için hareket eden otobüsün arkasından simit satan birkaç simitçi, fırın sahibi ve eczacı nimet hanım el salladı.

Ha, yaz tatilinde yolunuz Antalya’ya düşerse sahilde işletilen büfede genç bir çift görürsünüz, büfenin tabelasında “Yağmurlar Canımı Alsın” yazar.

Büfenin önünde oyun oynayan küçük kızın gözlerine bakın, rengini annesinin gözlerinden almıştır, adını sormayın sadece Yağmur deyin yeter

    Aşk Hikayeleri
    Yorumlar (0)
    Yorum ekle