Geçmişe Rüya

0

Bütün gün kitabı elinden bırakamadı. Saat gece 22’yi vurduğunda ufak bir yemek molası verdi ve tekrar kitabı eline aldı. Hiç can sıkıntısı duymuyor, okudukça daha okuması geliyordu. Amerika kıtasındaki, okuduğu kitapta geçen kenti, hiç gitmediği halde kafasında canlandırabilmişti.

Sayfaları çevirdikçe okuması yavaşlıyordu. Kitabın sonunu daha iyi anlayabilmek içindi bu. Nihayet gece 1 civarında kitabı bitirdi. Bir türlü doyamamıştı. “Keşke biraz daha uzun olsaydı” diye geçirdi içinden. Kitabı tekrar açtı, sayfaları karıştırdı, bazı bölümleri tekrar okudu. Romanın konusunu, kişilerini, mekanı çok beğendi, hepsi birbirleriyle muazzam bir şekilde uyum sağlamıştı.

Kitabı kapadı, bu defa kapağını incelemeye başladı. Okumak için başka birşeyler aradı kitabın üzerinde. Yazarın özgeçmişine tekrar baktı. Yazarın altı kitabını okumuştu, bu da yedincisiydi.

Arka kapaktaki değerlendirmeyi iki üç defa arka arkaya okudu. Ne yapsın doyamamıştı.

Saatler gece yarısın çoktan geçmişti. “Ama olsun” diye düşündü. Yarın pazar. “Şu yazarı bir kez görebilseydim, böyle bir imkanımın olmasını ne kadar isterdim.” dedi istekle. Ama bunun imkansız olduğunu o da çok iyi biliyordu; çünkü yazar öleli yıllar geçmişti.

Yatağını serdi, yastığı iki kat yaptı, sırtüstü yatarak düşündü. Kitabın sahneleri bir bir kafasından geçiyordu. “Kitabın yazarı yabancı” diye düşündü, “ama kitap evrenselliği nedeniyle herkese açılabiliyor. Adeta bir film.”

Gözleri yavaş yavaş ağırlaştı. Sırtüstü yatmaya devam ediyor, gözlerini tavandan alamıyordu. Tavan gittikçe bulandı, gözleri kapandı, rahat bir uykuya daldı, uyur uyumaz tatlı bir rüya gördü.

Rüyasında kendini daha önce hiç tanımadığı bir yerde buldu. Etraf uçsuz bucaksız ovalarla çevriliydi. Kimsecikler yoktu. Tatlı bir rüzgar esiyor, kuşların birbirleriyle konuşmaları duyuluyordu.

Gün aydınlıktı. Güneşin tam tepede olduğunu görünce öğlen olduğunu anladı. Etraf tarlalarla, bağ bahçelerle, uçsuz bucaksız görünüyordu. Havada bir tek bulut yoktu.

“Neredeyim ben” diye düşündü. Daha sonra yürümeye başladı. Bir tarlanın içinden geçti. Hiç bir çalışan insanla karşılaşmadı.

Tarlayı geçince toprak bir yola çıktı. O anda insan seslerini duydu. Uzakta tarlaları biçen köylüler vardı. Daha sonra bağ bahçeler, yolun iki kenarı boyunca rengarenk uzanıyordu. “Bu ne güzellik” dedi kendi kendine, “Burası bana bir yeri hatırlatıyor ama…”

Yol boyunca sürekli yürüdü. Uzakta bir köprü belirdi. Köprüye vardı, altından bir ırmak akıyordu. Irmağın kenarına indi. Soğuk suyuyla elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı. Bir taşın üzerine oturdu. Çevreyi hayretle inceliyordu, daha önce böylesi bir güzellik görmemişti. Burasının neresi olduğunu bilmiyordu. O kadar yol yürüdü ama ne bir arabaya, ne de bir traktöre rastlamadı.

Uzakta, tarlaların arasında bir ev gördü. Biraz susamış ve acıkmıştı. Belki kendisine yardım ederlerdi. Köprüyü geçti, ırmağın kıyısı boyunca on dakika yürüdü. Daha sonra keçi yolundan yukarıya, doğruca eve çıktı.

Bahçeyi geçti, biraz duraksadı, etrafı tekrar seyretti. Köprüyü görünce bayağı bir yol katettiğini anladı. Evin çevresi mera, altı da ambardı. Kapı tokmağıyla kapıya vurdu. “Kimse yok mu.”

Kapıyı yaşlıca bir adam açtı. Evin karanlık salonuna dışarısının aydınlığı doldu.

“Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.”

“Önemli değil. Kimsin, seni daha önce hiç görmedim, yabancısın galiba.”

“Evet öyle. Ben biraz açım, biraz yiyecek verebilir misiniz.” dedi çekinerek.

“Gel içeriye.”

İçerisi tam bir köy evi gibiydi. Fırını taştandı, ekmekler burada yapılıyordu. Ocağı da taştandı, bir zincirle yukarıdan tutturulan tencere öylece ısıtılıyordu. Yaşlı adam kaymak, köy ekmeği ve mısır çorbası getirip yere serili olan örtünün üzerine koydu.

“Senin adın nedir” diye sordu yaşlı adam.

Fakat kendini öyle bir kaptırmıştı ki yemeğe duymadı bile.

“Yabancısın anlaşılan. Buralara nasıl geldin öyleyse. Büyükşehir olsa hadi neyse, ama burası köy.”

“Ben de bilmiyorum nasıl geldiğimi.”

Yemeğini yedi, tabakları mutfağa kaldırdı. Dışarıdan inek sesleri geliyordu. Yaşlı adam dışarı çıkıp inekleri ahırdan çıkardı ve meraya saldı.

Yaşlı adamın kütüphanesine göz attı. Bir kitabı görünce şaşırdı. Bu kitap en son okuduğu, başını kaldırmaya bile zaman ayırmadan okuduğu kitaptı.

Yaşlı adam içeri girince, onun yanına gitti. Kitabı incelediğini görünce:

“Çok güzel bir kitaptır. Daha çıkalı iki yıl oldu. Bu kitap sayesinde bizim buraların güzelliği bütün dünyada tanınacak.”

Kitabın kapağını çevirdi. Yayınevinin altına, çıkış tarihine baktı: 1932.

O andan itibaren hayal gördüğünü anladı. Madem bu hayaldi, bu hayali değerlendirmek istedi, çılgın bir fikir geldi aklına.

“Bu kitabın yazarı nerede şimdi?”

“Buradan 3 kilometre kadar ilerde, kutu gibi bir evde yaşıyor. Ünü yavaş yavaş yayılmaya başladı. Anlaşılan seni de büyülemiş.”

“Oraya nasıl gidebilirim. Onunu kitabı bende de var. İmzalatmak istiyorum.”

Tabiki imzalatmak isteği yoktu. Tek isteği yazarı bir kez olsun görebilmekti, “hayal olsa da.”

Yaşlı adam:

“Köprünün olduğu yoldan arabalar çok seyrek geçer. İstersen orada bekleyip arabayla gidersin. Yazarın adını vermen yeterli.”

“O kadar vaktim olmayabilir.”

“O halde keçi yolundan aşağıya inip ırmağı takip edeceksin. Küçük bir ormanı geçtikten sonra karşına bir köprü daha çıkacak. Köprü yolunu takip edersen uçsuz bucaksız tarlaların arasında bir tek ev görürsün. İşte onun oturduğu ev orasıdır. Evin arka tarafında, uzaklarda ise dağlar var. O civarda başka ev yoktur zaten.”

“Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Hemen yola koyulacağım.”

Evden çıktı, yaşlı adam da avluyu geçip bahçe kapısına kadar onunla geldi. “Yazarı gördükten sonra ne yapacaksın, istersen tekrar buraya gelip bana yardım edebilirsin.”

“İsterdim ama o kadar vaktim olmayacak, bu diyardan gideceğim.”

“Pekala yolun açık olsun.”

Yeşilliklerin arasından ırmağa indi ve geldiği yerin zıttına, doğuya doğru yürümeye devam etti. Hızlı yürüyordu. Çünkü kendisine verildiğine inandığı zamanın fazla olmadığını biliyordu.

Yirmi-Yirmi beş dakika sonra, orman başlıyordu. Ormana girince ortamı serinlik kapladı. Ağaçlar epey uzundu. Güneş ışınlarının girmesini engelliyorlardı. Ormana girince ırmak kavis yapıyor, yaklaşık 45 derece dönüyordu.

Vaktinin fazla olmadığını bildiği halde dinlenmek için ırmağın kenarına oturdu. Elini yüzünü yıkadı. Fazla vakit kaybetmeden tekrar yoluna devam etti. Biraz üşümeye başlamıştı.

Köprüyü görünce heyecanı arttı. Koşa koşa gitti. Yola çıktı, araba gelip gelmediğini kontrol etti, gelmediğini görünce yürümesine devam etti. Irmak köprünün altından akışına devam etti ve onunla yolları ayrıldı.

Ormandan çıkınca güneş her tarafa hakim oldu. Üşümesi geçmişti artık. Yaşlı adamın dediği gibi dağları görebiliyordu.

Buralara nasıl geldiğini, eski tarihe nasıl geri döndüğünü merak ediyor, bu mucizenin hayal olup olmadığını biliyordu ama; bütün bunları bir kenara koymuş, bu mucize hayalin bir anlamının olmasını istiyordu. Yazarı görmek, onunla konuşmak, o dönemde buraları bizzat görmek onu heyecanlandırıyordu.

Olduğu yerde durdu. Yaklaşık yüz metre ileride, küçük bir ev gördü. Hızlı hızlı yürümeye başladı. Ev yaklaştıkça özellikleri daha belirgin oluyordu. Irmak uzaktan yoluna devam ediyor, evin arkasındaki dağlara doğru yol alıyordu. Tarlalar, meyve bahçeleri, çalışanlar, bilmek istediği zamanı ona yaşatıyordu. Nihayet evin bahçe kapısına gelebilmişti. Kapıyı açtı, hafif bir gıcırtı çıktı. İçeri girdi. Evin kapısı tahtadandı. Tek katlıydı ve iki penceresini görüyordu. Pencerelerden birinin tülü tamamen örtülmüştü; fakat diğer pencerenin tülü yarıya kadar kapalıydı. Evin kapısına yaklaşınca, pencereden, havanın sıcak olmasına karşın, şöminenin yandığını gördü. Kapıyı bırakıp pencereye yöneldi. İçeride bulunan, büyük ihtimalle görmek istediği yazar, eski daktilosu önünde, şöminenin yanında birşeyler yazıyordu.

Yazar, onu pencerede hissetmiş olacak ki yazmayı bıraktı. Yüzü ondan yana olmadığı için yazarı göremiyordu. Yüzünü adeta cama yapıştırdı, yazarın kendisine bakmasını bekliyordu.

Yazar, tam ona dönüyorken etraf bulanmaya başladı. Yazar yüzünü ona dönmüştü fakat etraf bulanık olduğundan bir türlü yazarı göremiyordu. Zamanının geldiğini anlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Beş dakika daha… Lütfen… Beş dakika daha…”

Bağırışı rüya ile gerçek yaşam arasında yankılandı. Hem hayalde hem de gerçek yaşamda bu haykırış duyuldu.

Uyanınca yanıbaşında duran kitabı aldı, öptü, yüzünü kitaba gömdü ve “beş dakika daha” diyerek, ağlamaya başladı.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.